36 Baharı: 25 Yıl Sonra...
- Kafekültür Yayıncılık
- 10 Nis
- 7 dakikada okunur

HALİL GÖKHAN Bu söyleşiyi okuyanın soluğu kitapçıda alacağına adım gibi eminim. Bugün gerçekten 2000'li yıllara göre daha çok bu ve böylesi romanlara ihtiyacı var ülkemizin, yeniden düşünmeye yan yana güçlü ve cesur olmaya olduğu gibi....
1936'ya bugünden geri dönebilsek en çok ne yapmak isterdim, diye düşündüm söyleşiyi yaparken. Sanırım ilkin Atamızın doktorlarını ziyaret ederdim.
Bunu yapmak bugün imkansız değil. 36 BAHARI var. Yine, yeniden...
Halkevleri, birçok diğerleri gibi, Mustafa Kemal'in yaşadığının, başardığının en büyük kanıtlarından ve bizim için de yarınların haritası... 36 Baharı yazarı FATMA GÜREL'in bunu en iyi kavrayanlardan birisi olduğunun belgesi. Onu yaşatmak, ülkemizi yaşatmakla eş anlamlı.
36 Baharı ilk yayımlandığında neler hissetmiştiniz? Kitabın bu kadar uzun soluklu bir ilgi göreceğini düşünüyor muydunuz?
Bu benim yayımlanan 3. Kitabım ve ilk romanım. Daha öncekiler öykü kitaplarıydı. Uzunca bir hazırlık ve yazma sürecinden sonra dosyamı Remzi Kitabevi’ne vermiştim. On beş gün sonra eve edilen bir telefonla dosyamın basılmak istendiğini öğrendim. Beklediğim bir sonuçtu, şaşırmadım ama yine de çok sevindim. Hele basılıp yayınevinin ve birçok büyük kitapçının vitrinlerine konulduğunu gördüğümde öyle mutlu oldum ki anlatamam. Son birkaç yılım hep onunla geçmişti ve şimdi vitrinde başka güzel kitapların arasında duruyor ve bana bakıyordu.
Sonra okuyuculardan olumlu görüşler gelmeye başladı. Edebiyat çevrelerinde çok iyi karşılandı. Eşime, kızlarıma ve ablama basılmadan okutmuştum. Onaylarını almıştım.. Eşim ilk okuduğunda çok beğenmiş ve “ Klasik bir roman bu, otuz sene sonra da basılacak ve okunacak. Modası geçmeyecek” demişti. Yirmi beşinci yılında yeniden basıldı. Sanıyorum arkası da gelecek. Doğan’ın kehaneti doğru çıkacak.
Romanınız 25 yıl içinde birçok baskı yaptı ve şimdi yeniden yeni kuşaklara ulaşıyor. Bu süreçte okur ve eleştirmenlerden aldığınız tepkiler sizi nasıl etkiledi?
Romanım ilgi gördü, beğenildi, övgüler aldı. Bu bir yazarın en büyük mutluluğu. Yazmaya başladığım günden bugüne kadar yeni bir işe başlarken benim en büyük isteğim, edebiyat alanında güzel bir yapıt ortaya koyabilmektir. Kaç baskı olacağı, ne kadar yaşayacağı, ne kadar satacağı hesapları yapmadım hiç. Ben güzel bir eser ortaya koyayım edebiyat havuzunda bir katkım bulunsun. Asıl beklentim, heyecanım ve mutluluğum budur. Bunu yapabilirsem zaten gerisi gelir diye düşünürüm. Bu düşüncem son zamanlara kadar geçerliydi. Ama bir süredir edebiyat dünyası da değişti. Artık bu kural işlemiyor.
Romanımı sevgiyle, samimi duygularla yazdım. Konuya ve kahramanlarıma çok güvendim. Yaşamadığım bir dönemin romanı olduğu için çok çalıştım. Sonuç içime sindiyse de acaba okuyanlar nasıl anlayacak, ne diyecek diye heyecanla bekledim. Gazete ve dergilerde çıkan yazılardan başka, sözlü ya da mektupla ulaşan güzel iletiler aldım. Okullarda okutuldu, üzerinde ödevler, tezler yapıldı.
Bunlar beni çok mutlu etti. Dediğim gibi daha önce iki öykü kitabı yayımlamış, birisiyle büyük bir ödül almış, pek çok gazete dergide yazılarım ve öykülerim basılmıştı. Ama bir roman yazdıktan ve böyle güzel geri dönüşler aldıktan sonra kendimi ilk kez yazar olarak hissettim.

Sami Karaören, “36 Baharı, tam bir Cumhuriyet Aydınlanması romanıdır,” diyordu. Romanınızı bu bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence de 36 Baharı Cumhuriyet aydınlanmasının romanıdır. Zaten onu yazmak istemiştim. Bir roman yazmak düşüncesi aklıma düştüğü günler doksanlı yılların sonlarıydı ve yurdumuzda o güne değin hiç tanık olmadığımız bir irtica hareketi başlamıştı. Ben ÇYDD nin ilk üyelerinden biriyim. Bu dernekte çalışırken, giderek artan sayıda kızların türbana sokulmasını, derneğe yapılan saldırıları görüyor, karşı devrimin ayak seslerini çok net duyuyordum. Bu duruma üzüldüğüm için bir tepki olarak ülkemizin aydınlanma günlerini hem anımsatmak, hem de üstümüze çöken kara bulutları biraz aralamak istedim. Düşünsenize Atamız sağ ve başımızda, devrimler tamamlanmış, sanayi hamleleri yapılmış yurttaşlar huzur içinde, borçsuz ve üreten bir toplum, aydınlanmayı yaşayan, dünyada saygınlığı olan bir ulus. Bugün için bile bir ütopya.
İşte o dönemde Türk toplumunun önemli iki eksiğini gidermek üzere kurulmuş iki kurum vardı. Eğitim açığını kapatmak üzere Köy Enstitüleri ve kültür sanat açığını kapatmak için Halkevleri.
Köy Enstitüleri bu okullardan çıkan pek çok yazar tarafından yazılmış ve edebiyatımıza girmişti. Ama Halkevleri hiç görülmemişti... Ben işte o dönemi ve uygar bir topluma ulaşmak için kültür sanat alanında çalışan Halkevlerini yazmaya karar verdim.
Okuma yazma, müzik, tiyatro, biçki dikiş kurslarıyla, müzecilik, gezi, kütüphanecilik, spor kollarıyla yurttaşların bilgi ve becerilerini artırmak için çalışan Halkevleri nasıl kurumlardı? Nasıl çalışıyor, neler yapıyordu ve bu işleri kimler üstleniyordu? Orada çalışan, yurtsever, özverili insanları anlatmak bana çok çekici geldi. O adsız kahramanlar romanımın kahramanları oldular. Eğer o yıllarda yaşamış olsaydım kesinlikle aralarında olur, çalışırdım ben de.
Muzaffer Uyguner, “Bilmediği dönemi gerçek ayrıntılarla anlatmak sanat hüneridir yorumunu yapmış. 1936 yılını anlatırken sizi en çok zorlayan veya heyecanlandıran unsurlar nelerdi?
Bir yazarın yaşamadığı, içinde bulunmadığı bir dönemi yazmasının elbette zorlukları var. İyi araştırmak, çok okumak o dönemi yaşamış gibi içselleştirmek gerekiyor. Ben de bunu yaptım. O kendine has dönemi ve yaşanılan aydınlanma hareketini anlamaya çalıştım. O yılların insanlarının cumhuriyete, Atamıza ve devrimlere inancı çok yüksekti. Onların güvenli ve dik duruşları, bilim kültür ve sanat alanında öğrenmek ve öğretmek çabaları beni çok etkiledi.
Gazetelerde, dergilerinde rastladığım haberler, ilanlar, yazılar bana zaman içinde bir yolculuk yaptırdı, merak ettiğim konularda yanıtlar buldum.
Sanki her ilan, sosyal yaşamın bir fotoğrafı gibiydi. O yüzden kitabımın bölüm başlarında o ilanları kullandım.
Yazım aşamasında beni heyecanlandıran şeylerden biri romanımın en başında kullandığım piyano ilanıdır. Edremit Halkevinde bir piyano olduğunu biliyordum ama nereden nasıl alındığını nasıl yazacağımı düşünmekteydim. Bu ilan bir gazetede karşıma çıkıverdi. Çok heyecanlandım. Çünkü işte sahici bir çözüm bulmuştum, sorularım için. Böyle pek çok küçük mutluluklar yaşadım. Günlerce kitaplıklarda çalıştım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Yorucuydu ama çok zevkliydi.

Osman Şahin, “Hakkı yenmiş bir roman.” diyerek 36 Baharı’nın edebiyat dünyasında yeterince değer görmediğini ima ediyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Çok daha fazla tanınmalı, okunmalı ve ödül almalıydı diye düşündüğünü bana da pek çok kez söylemişti. Kitapların de tıpkı insanlar gibi kaderleri oluyor. Birçok arkadaşım örneğin Yunus Nadi ödülünü alacağına kesin gözüyle bakıyordu. Ama olmadı.
Medyaya hakim edebiyat çevrelerinin, yeni yazarlara karşı biraz uzak durmak, görmezden gelmek, sessiz kalmak gibi bir tutumu olabiliyor. Yeni bir yazarın yeni çıkmış bir kitabını fazla parlatır mıyız, şöhret yapar mıyız, bizim önümüze geçer mi diye çekiniyorlar sanırım. Kendi çemberleri içindeki yazarları ve yayınevlerini tutuyorlar. Benim gibi henüz ilk romanını yazmış bir yazarsanız ve o çevrelere yakın değilseniz böyle şeyler oluyor.
Kitabımın ilk baskısı 2000 yılında yapıldı. İlk yılarda kitabım İstanbul Üniversitesinde, Bilgi Üniversitesinde ve birçok lisede devrim tarihi ve edebiyat derslerinde okutuldu, üzerine ödevler verildi.
Ama sonraki yıllar içinde giderek artan bir devrim karşıtlığı, aydınlanma karşıtlığı ülkemize egemen oldu. Cumhuriyet aydınlanmasını anlatan bir roman o görüşe tersti… Sanıyorum biraz da bu yüzden okurların da, öğretmenlerin de, ilgileri gölgelendi.
Ümit ediyorum ki aydınlanma çabasının ne kadar değerli olduğu yaşadığımız ağır deneyimlerden sonra daha iyi kavranacak ve bu tür kitaplara yine ilgi artacak.
Kitabınızda Halkevleri ve Cumhuriyet Aydınlanması önemli bir yer tutuyor. Günümüzle kıyasladığınızda, o dönemin ruhu bugüne nasıl yansıyor sizce?
O ruh ve o düşünce sayesinde bugün yurdumuz bir Suriye, İran, Irak, Afganistan… gibi Ortadoğu ülkesi değil. O aydınlanma hareketi, o eğitim seferberliği birkaç yıl daha sürebilseydi ülkemiz çok daha uygar bir refah toplumu olurdu. Hepimiz şimdikinden daha mutlu olurduk. Oysa çok darbe aldı, atılan adımlar geri alındı, karalandı ama yine de azımsanmayacak kazanımlarımız var...
Mehmet Başaran, “O yılların havasını solumak, o coşkuyu yaşamak isteyenler bu romanı okumalı.” diyor. Sizce bugünün okuru, 36 Baharı ile nasıl bir deneyim yaşayacak?
Ben yazarken duyup öğrendiklerimden okuduklarımdan çok etkilendim, heyecanlandım. Okuma yazması olmayan, karanlıkta kalmış, yok sayılmış bir toplumun, bilgi ve becerileri gelişmiş bireylerden oluşan başka bir topluma evrilmesi sürecini heyecanla izledim. Bunu sağlamak için verilen emeğin, dökülen alınterinin, gösterilen sabrın ve özverinin ne kadar kıymetli olduğunu ve roman kahramanlarıma ne çok borçlu olduğumuzu derinden hissettim. Bugünün okuyucusu da bunları düşünecek ve aynı duyguları yaşayacaktır. Çünkü aydınlanmadan payını almamış ülkelerde yaşanan acılar hepimizin gözleri önünde.
Yazım ve yayım sürecinde unutamadığınız bir anınız var mı? Bu romanın sizin için en özel yanı neydi?
Öyle çok anım varki.. Yazmaya başlamadan yaptığım okuma çalışmalarım yanında bir de o dönemi yaşamış Kişilerle konuşmuştum.
Avukat Olcayto Bey ve eşi İttihat Hanım, Şazimet Derin, öğretmen İzzet Ege gibi.. Hepsi yardımcı olmak için içtenlikle bilgilerini, yaşadıklarını paylaştılar. Örneğin Olcayto Bey ve eşi ilk görüştüklerimdi. Onları Edremitlilerin pek çoğu bilir. Olcayto Bey Halkevinin ilk Başkanıymış, merak ettiğim konuları büyük bir kibarlıkla yanıtladılar. O günleri öyle büyük bir heyecanla ve sevgiyle anıyorlardı ki, zaman zaman gözyaşlarını tutamıyorlardı… Örneğin kitabımda yer verdiğim Bandırma Halkevine yapılan ziyaret ve orada yemek sonrası Montrö Boğazlar anlaşmasının imzalandığını bildiren telgrafın gelmesi… Bu tarihi bir tanıklıktı, dinlerken ben de çok etkilendim.
Edremit'ten kimlerle görüşmüştünüz romanınızı yazarken?
Konuştuklarımdan biri (Şaziment Hanım teyze) Şaziment Derin bizim komşumuzdu. Tiyatro anılarını, “sahneye ilk kez biz gerçek ağaç koyduk” diye övüncünü daha birçok şeyi ondan dinledim. Bir başka konuştuğum öğretmen İzzet Ege bana bir öğretmen edasıyla yaz kızım diye dikte ettirdi anlattıklarını. Onlar aydınlanma dönemini yaşamış, Halkevlerinde bulunmuş, canlı tanıklardı ve hepsinden çok faydalandım. Artık hiçbiri yok. Işıklar içinde uyusunlar. Bence bu romanın birkaç özel yanı var. Halkevleri bugün sahip olduğumuz sanat ve kültür birikimimiz üzerinde bunca etkin olmuş bir kurumken, Türk edebiyatına hiç girmemişti. Onu romanımın tam merkezine yerleştirdim, böylece 36 Baharı okundukça Halkevlerine bir anma olacak.
Olayları pek çok kahramanın bakış açısından, onların sesiyle vermeye çalıştım. Değişik bir kurgu yaptım.
Roman kahramanı Maria‘nın sağ olup olmadığını kitabın sonunda söylemiyorum ama iç sayfalardan birinde bu sorunun yanıtı var. Bazen okuyucularıma bunu soruyorum. Dikkatli okuyucular biliyor, bilmeyenler de oluyor, o zaman yanıt şu sayfada diyorum. Yazarken böyle küçük oyunlar yapmak hoşuma gidiyor.
Madem özel bir şeyler sordunuz şunu da anlatayım. Romanı neredeyse tamamlamıştım ve bir son bölüm yazarak bitirecektim. Bunu yazdım ama romanın o ana kadarki akışına, havasına uygun olmadı gibi geldi bana. Onu attım. İkinci bir son yazdım. Böyle deyince kolay yazdığımı sanmayın. Düşünüyorum, bir kurgu yapıyorum on sayfa kadar bir bölüm yazıyorum. Yani epey çalışıp emek veriyorum... Ancak yine beğenemedim ve bu ikincisini de attım. Üçüncü bir son yazdım. Bu çok hoşuma gitti, çok içime sindi. Kitabımdaki, yazdığım üçüncü sondur. Kitabın ruhuna, konuya, kurguya çok uygun oldu. Onu sevdim, son bölüm olarak ekledim. Romanımın sonunu hâlâ severim.
Benim için romanımın en özel yönü, çok hissederek ve çok içten duygularla yazmış olmamdır. Bazı okuyucularım beni roman kahramanlarıyla özdeşleştirdi. Onlardan biri sandı. Örneğin Pervin sen misin diye sordu. Romanın verdiği bu sahicilik hissi beni çok mutlu etti.
Çok teşekkürler Fatma Hanım. Umarım Doğan Bey yanılmıştır. 30 değil en az 100 yıl olur ömrü romanınızın.
36 Baharı yalnızca bir dönemi anlatmakla kalmıyor; o dönemin umutlarını, inancını, dayanışmasını ve yitirilmiş olana duyulan hasreti de bugüne taşıyor. Bir romanın ömrü, yazarının yüreğine ne kadar sinmişse o kadar uzun olur. Bu yüzden belki de, yazıldığı ilk günden bugüne 25 yıl boyunca hâlâ okura dokunabiliyor 36 Baharı.
Bugün, geçmişin Halkevleriyle örülmüş aydınlanma çabasını, sarsılmaz bir inançla savunulmuş devrimleri ve o yitik baharın içten insanlarını yeniden hatırlamak, hem bir vicdan borcu, hem de geleceğe uzanan bir umut ışığı olabilir. Çünkü bazı kitaplar yalnızca anlatmaz, yaşatır; bazı karakterler yalnızca roman sayfalarında değil, belleğimizde ve kalbimizde yaşamaya devam eder.
Ve bazı yazarlar, ilk kez "kendimi yazar gibi hissettim" dediği bir romanla, nice baharların habercisi olur.
Comments