"Elveda Babaanne"
- Kafekültür Yayıncılık
- 15 Eki
- 6 dakikada okunur

Bazı kitaplar vardır, sizi sadece kelimeleriyle değil, kalbinizin en derin köşelerinde unutulmuş bir çocuğu uyandırarak etkiler. Elveda Babaanne, tam da böyle bir kitap. Ayşegül Ünal’ın duygu dolu satırları, bir çocuğun gözünden ailesini, ülkesini, kaderini anlamlandırma çabasını büyüleyici bir samimiyetle yansıtıyor.
Öncelikle sizi bu içten, duygu yüklü roman için tebrik ederiz. Anıları yazmak, çoğu zaman hafızanın kuytularını yeniden aralamak anlamına gelir ve cesaret ister. Merak ediyoruz: Elveda Babaanne’nin ne kadarı birebir yaşadığınız olaylara dayanıyor? Ve bu kitabı kaleme alma kararını nasıl verdiniz?
Teşekkür ederim. "Elveda Babaanne", çocukluk hikâyemden uyarlanan bir roman. Olayların çoğu gerçek hayata bağlı , bir kısmı da kurgusal. Kırgın ve öfkeli bir anneden dolayı, sevgiye muhtaç kalan küçük bir kız çocuğunun, anaç ve şefkatli bir babaannede teselli bulmasının hikâyesi. Roman boyunca, babaannenin sevgisi ve etkileyici sözleri, çocuğun hayata tutunmasını ve her zaman umutlu olmasını sağlacaktır, özellikle de aile ekonomik ve politik nedenlerden Fransa'ya göç etmek zorunda kaldığında.
Bu kitabı, çaresizlikten dolayı Avrupa’ya göç edip ve yaşanan zorluklara katlanmak için verilen hayat mücadelesine tanıklık etmek için yazmak istedim. Sevdiklerimizi, vatanımızı, köklerimizi ve aynı zamanda, bu yürek parçalayıcı ayrılığın kalbimizde bıraktığı yarayı anlatmak istedim. Ne kadar zor ve rahatsız edici olsa da, bir çocuğun ciddi bir akıl hastalığı olan bir anneyle yaşarken şiddetle karşılaştığında, gerçek hayatta neler yaşadığını da göstermek istedim. Ayrıca bugün, bu tip acı çeken herkese kendi hikâyemi aktararak ve onlara yalnız olmadıklarını söyleyerek kendi yolumda destek olmak istiyorum. Zorluklara veya travmalara rağmen, umudun her zaman daha güçlü olduğunu paylaşmak istiyorum.
Kitap boyunca babaannenize duyduğunuz sevgi, hayranlık ve güven hissi satırlara sinmiş durumda. Onun sizin dünyanızdaki yeri çok özel görünüyor. Babaannenizi anlatırken sizi en çok etkileyen duygu neydi? Onu bu kadar güçlü ve hatırlanmaya değer yapan şey sizce neydi?
Romanı yazarken, özellikle babaannem ile olan diyaloglar benim için çok heyecanlıydı. Kendimi bir zaman makinesine binmiş gibi hissettim, sanki oradaymışım gibi her duyguyu yaşadım. Hayatımda var olduğu için ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha fark ettim. Beni en çok etkileyen duygu hissettiğim sevgiydi. Şefkatli ve sakin bir insanı ve onun yanında hissettiğim güven duygusunu hatırlıyorum.
Babaannemi güçlü bir kadın olarak görürdüm çünkü her şeyden önce duygularını çok iyi kontrol ederdi. Kolayca paniğe veya umutsuzluğa kapılmazdı. Üzgün olduğunda bazen gözyaşlarını sessizce akıtırdı veya geleneksel Anadolu kadınları gibi ağıt yakardı. Ama uzun süre üzgün kalmazdı, bir işlerle sürekli meşgul olurdu. Ya bağında, ya bahçesinde, ya mutfakta olurdu, ya da kilim dokurdu... En çok nefret ettiği şey çatışma durumları, tartışmalar ve olumsuz insanlardı. Çocukları, torunları ve arkadaşları onun dengesinin büyük bir kısmını oluşturuyordu ama aynı zamanda düşünmek için yalnızlığı da severdi. Birçok insanın, özellikle de benim gözümde bir anne figürüydü; çocuk yetiştirmeye çok önem verirdi. Güzel ruhlu birisiydi, sohbetleri, tavsiyeleri ve arkadaşlığı sevilen örnek bir insandı. Çoğu zaman sakin ve bilgece konuşurdu. Cümleleri, sözlerini destekleyen atasözleriyle doluydu. Bir filozof gibi bize hayatı öğretirdi.
Romanda annenizle ilişkiniz inişli çıkışlı bir seyir izliyor, bazen sert, bazen kırılgan. Bir çocuk gözünden annenin davranışlarını anlamlandırmak kolay olmasa gerek. Kitabı yazarken annenizle ilişkinizi yeniden değerlendirdiniz mi? Bu yazma süreci aranızdaki duygusal bağda bir değişikliğe yol açtı mı?
Annemle geçmiş olayları yazarken yeniden yaşamak zordu ama gerekliydi. Çocukken hissettiğim korku, dehşet, reddedilme, hayal kırıklığı, üzüntü, utanç, güvensizlik ve derin yalnızlık gibi yoğun duyguları tekrar yaşadım. Yazmak, onun hastalığını anlamamı ve kabullenmemi sağladı. Oysa o zamanlar, hastalığını kesinlikle kabullenemiyordum. Sürekli, bir gün iyileşeceğini ve diğerleri gibi bir annem olacağını umuyordum... Yaşamanın en zor yanı, şiddetin yanı sıra başkalarının yargılamalarıydı. Şizofreni hastayı ve yakınlarını da izole ediyor. Toplumumuzda, ne yazık ki ruh sağlığı konusunda çok az bilgi sahibiyiz. Hastaların tedavisi yanında, ailelerede destek kurumları olması gerekir. Bizim zamanımızda bir destek yoktu, çok yalnız kaldık, maalesef...
Annemle ne yazık ki gerçek bir duygusal bağımız yoktu. Ben ondan çok korkardım ve o da anne olduğunun farkında olamayacak kadar hastaydı. Simdi, ona karşı içimde nefret veya kötü bir duygum yok, hastaydı, elinde olmayan bir şeydi bu. Kendisi de anne sevgisinden yoksundu ve benim ki gibi onu seven bir babaanneside olmamış malesef. Yazmak, onun derin üzüntüsünü ve kırılganlığını anlamamı sağladı, ancak aramızdaki bağı değiştirmedi.
Kitabın bir bölümünde İstanbul’a yapılan ilk yolculuğu anlatırken adeta büyülü bir gözle bakıyorsunuz. O çocukluk heyecanı, renkler ve kokular neredeyse görsel olarak canlanıyor. Gerçekten de İstanbul ilk gördüğünüzde bu kadar büyüleyici miydi? Şimdi geriye dönüp baktığınızda, o yolculuk sizin için ne anlam ifade ediyor?
İstanbul, yaşım kaç olursa olsun her zaman büyülü ve muhteşemdi! Bugün bile hâlâ denizin kokusunu, kulağımda martı seslerini, güvercinler, kediler, camiler ve minareler, sokaklarda dolaşan turistler, tüm bu koşuşturmayı hissedebiliyorum... Tarih dolu bir şehir!
Bu gezi benim için aile olduğumuz tek zamanı temsil ediyor.
Kitabınızda 'devrimci bir baba' ve 'güçlü bir kadın olan babaanne' figürleri öne çıkıyor. Bu iki karakterin sizin dünyanızı şekillendiriş biçimleri oldukça farklı ama etkileyici. Bu figürlerin sizin kişisel gelişiminize ve sanat yolculuğunuza nasıl etkileri oldu? Onlardan öğrendiklerinizi sizce en çok nerede hissettiniz?
Babam babaannemden çok farklıydı, bazen anne ve oğul olduklarına inanmakta güçlük çekiyordum. Eğitimli ve idealist bir adamdı, babaannem ise okuma yazma bilmiyordu ama paradoksal olarak çok daha gerçekçiydi. Diğer çocukların babalarından farklı olduğu için devrimci olmasını çok kötü karşılıyordum. Küçükken sadece herkes gibi olmak ve normal bir ailem olsun istiyordum. "Devrimcinin kızı", "komünistin kızı" olmak istemiyordum. O zamanlardaki motivasyonlarını anlasam da, uzun süre bunun bizi kaosa sürüklediğini, Fransa'ya gitmemize ve belki de bu durum annemin hastalığına katkıda bulunduğunu düşündüm... Keske bütün bunlar yaşanmasaydı. Hiç bir çocuk emniyetsizlik hissi, şiddet ve korkuyla büyümemeli. Ama annemin hastalığında bizi terkedip gitmedi, yinede bu zor durumu iyi kötü üstlendi. O dönemdeki siyasi baskılar ona çok engel oldu, elinden geldiğini yaptı. Okumuş, iyi niyetli, ama karamsar bir adamdı, bu yüzden çocukken babamın yanında kendimi güvende hissetmezdim, pek konuşmazdık, babaannem ise umut, koruma ve sevgi verirdi. Babam çok okurdu, bu yüzden okuma konusunda beni etkilemiş olmalı; babaannemle ise hayat hakkında felsefi sohbetlerimiz olurdu. Sanırım edebiyata olan ilgim her ikisinden de geliyor. Resim sanatına gelince, annemin ailesinde yağlı boya yapan kişiler vardı ve annem de, hastalanmadan önce çok resim yapardı... Fransa’da ilk seneler Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli ve Arif Sağ’ın türkülerini çok dinlerdik. Türkülerin sözleri, içimde şiir gibi derin duygular yarattı. Paris'teki yalnızlık, o korkunç odadaki hayat ve orada yaşadığımız aile dramı, bir şekilde sanatsal yönümü doğurdu. Resim sanatı ve okuma birer huzur kaynağıydı. Sanırım bu çoğumuz için geçerli: müzik, edebiyat, sinema, resim, genel anlamda sanat, acımızı dindirmeye ve bize mutluluk vermeye yarıyor.
Babaannemin uzun zaman önce bana anlattığı gibi: Kimse kaderini seçemez. Bunun bizim kontrolümüzün dışında olduğunu söylerdi. Herkes hayatta zor olaylarla karsılaşır. Kimsenin hayatı yüzde yüz mükemmel olmaz. Aslında en zor şey, acının üstesinden gelebilmek ve ilerlemeye devam etmektir. Benim de biraz karamsar yanım var, ama sonunda tünelin sonundaki ışığı, umudu, ilerleme arzusunu, hayatta bir hedefe tutunmaya çalışıyorum. Ve bunu babaannem den öğrendim.
Anılarınızı yazarken zaman zaman çocukluk kırgınlıklarınızla karşılaştığınızı hissediyoruz. Özellikle karnenizi göstermek istediğiniz sahnede olduğu gibi. O tür anıları yazmak nasıl bir duyguydu sizin için? Yazarken yeniden yaşadınız mı yoksa yazmak bir çeşit arınma mı oldu?
Bu romanı yazarken birçok duyguyu bir arada yaşadım; bazen ağladım, ama bazen de güldüm. En inanılmaz şey, beynimizin neler başarabileceğini fark etmekti. Bu kadar çok anıyı hatırlayacağımı bilmiyordum. Hipnoz gibiydi, ne kadar çok anıyı canlandırırsam, aklıma o kadar çok anı geliyordu. Bu kitabı yazmadan önce, yıllarca aynı rüyaları görüyordum; ta ki bunun travma sonrası stres bozukluğunun bir belirtisi olduğunu keşfedene kadar.
Bu anıları yazarken olayları yeniden yaşadım ama bu sefer onlarla yüzleşecek gücüm vardı; artık yetişkindim ve üstesinden gelmek için kendimi çok daha güçlü hissediyordum. Artık bu tekrarlayan rüyaları görmüyorum.
Resim sanatıyla uzun yıllar ilgilenmişsiniz, kitabınızda da betimlemeleriniz adeta bir tablo gibi. Yazmakla resim yapmak arasında sizin için nasıl bir bağ var? Bu romanı yazarken o eski resim defterlerinizin sayfaları arasında da dolaştınız mı?
Yazı ve resim arasındaki bağlantı, her şeyden önce duyguları keşfetmenin bir yöntemi. Aynı zamanda bu duyguları, bir mesajı iletmenin ve bir hikâyeyi paylaşmanın bir yolu olduğunu düsünüyorum. Yazı ve resim bir ifade, kendini onaylama ve var olmak biçimidir. Sonuç olarak, özellikle konuşamadığınızda harika bir iletişim aracıdır...
Evet, çocukluk çizimlerime baktım, onları bir hazine gibi saklıyorum! O resimlerim benim için duygu dolular.
Kitabınızın bir kısmının Fransızcadan çevrildiğini görüyoruz. Bu çeviri süreci nasıl gelişti? Kitabınızı iki dilde düşünebilmek ve yazmak size nasıl bir katkı sağladı?
Kitabı Fransızca yazdım çünkü en iyi hakim olduğum dil o ve teknik olarak benim için daha kolay. Türkçe de sevdiğim deyim ve atasözleri barındıran harika bir dil! Türkçe bilgimden emin olamadığım için romanımı başka birisine tercüme ettirdim. Bazen bir sözlük yardımıyla birkaç paragraf Türkçe ekleyip düzelttirdim. Diyaloglara gelince, onları kesinlikle şirin Kırşehir'imin şivesiyle yazmak istiyordum! Kendimi Iç Anadolu atmosferine kaptırmak istediğim için hikâyeyi daha otantik kılmak adına orada kullanılan kelime ve deyimler üzerine biraz araştırma yaptım.
Bu kitabı iki dilde düşünüp yazabilmek gerçekten harika bir deneyim. Hem beyin egzersizi hem de kültürel bir zenginlik.





Yorumlar