ANNEMİN YAZI Bizler güneşten, kumdan, denizden, tatilimizden çok önce, annemizin tatilini bekleyen beş küçük canavardık. Kitap dağları arasında gider gelir ve bunların arasından bulurduk dünyaya giden yolu. Annemiz o yolun başında bizi beklerdi.
Yolun köşesinde bir koltuk olurdu. O, koltukta oturmuş olur, bizse çevresinde yer kapmak için itişirdik. Ben en çok koltuğun altına girmeyi severdim. Annemin, yukarılardan gelen okuma sesine kulak kabartır, duyduğum sesin bir el gibi kulağımı okşamasını beklerdim.
Annemin yazı geldi mi hepimiz sokaklara dağılırdık. Kasabanın tek sineması benimdi. Çağlayan ve aşağısındaki küçük değirmende büyük ağabeyim nöbet tutardı. Ablam, evde kalmayı yeğlerdi. Çünkü o da giderse, ev başkalarına kalacaktı. En küçüğümüz, çocuk bahçesinin yolunu tutardı. Oradaki tek sağlam salıncağın başında durur, bir türlü binemediği için birinin gelip ona yardım etmesini değil de büyümeyi beklerdi. Annemi yazı boyunca salıncağa bakar dururdu. Üçüncümüz, kasabanın gerisinde terk edilmiş geniş bir yola çıkar, onu uzak diyarlara alıp götürecek uçağın alana inmesini beklerken, bir ahlat ağacının altında uyuyakalırdı. Akşam olunca arkadaşsız, tek başımıza, bütün sokak kiriyle döner, koltuğun çevresine dizilirdik.
O yaz annemiz yoktu. Kışı ağır bir hastalıkla geçirmişti. İlkyaz boyunca onun hastanedeki odasını çiçeklerle donatmıştık. Neredeyse kasabanın bütün çiçeklerini taşımıştık oraya. Ablam, annemin en çok sevdiği kitaplardan getirmişti. En küçüğümüz, nerede bulduysa bulmuş, bir felsefe kitabını koltuğunun altına sıkıştırıp getirmişti. Annem hayretler içinde kitabı açtı ve daha önce büyük olasılıkla kitabın ilk sahibi tarafından işaretlenmiş bir bölümün son cümlesini okudu:
“Zaman aşılması zor bir eşiktir, ama olanaksız değildir.”
Küçük kardeşim bu söze gülmüştü. Onun kahkahalarına biz de katıldık. Hastabakıcı saatin dolduğunu söyleyerek hepimizi dışarı çıkardı. Hep birlikte evimize yollandık. Yeni annemizi gerçek annemizden daha sert ve katı buluyorduk, ama o ne de olsa ablamızdı. Tek korkumuz, annemiz eve döndüğünde, ablamın yine anne rolünde kalmasıydı. Ablam, eski haline döneceğine söz vermeliydi. Yoksa gider yeni bir anne arardık kendimize. Buna da en çok annemiz üzülürdü.
Küçük ağabeyim bir akşam yüzü gözü toz içinde geldi eve. Beklediğim uçak sonunda alana indi, diyordu. Ama, ama ben binmedim. Sorgulu yüzlerimizden okumuş olacak, annem hasta ya, dedi sonunda. Annem gerçekten çok mu hastaydı?
Bunu hiç bilmiyorduk. Ablam doktorun ona söylediklerini nedense bize söylemiyordu.
Bir başka akşam büyük ağabeyim, kızarmış yanaklarla girdi eve. Çağlayanın aşağısındaki değirmenin sahibi, değirmeni yeniden işletmeye başlamıştı. Ağabeyime de değirmenin ilk çırağı olma onurunu teklif etmişti. Orada çalışamazdım, diyordu ağabeyim. Annem hasta. Oraya bir daha gitmek istemiyorum.
Ertesi akşam en küçük kardeşimiz dizleri yaralı olarak geldi eve. Boyum çoktan uzamış olmalıydı, diyordu. Salıncağın altına bir tuğla koydum. Sallandım, ama düştüm. Dizlerim yaralandı.
O hafta sinemada Büyük Dönüş adlı kovboy filmi başlamıştı. Her yıl bu haftalarda aynı film gelir ve ben bu filmi oynadığı her gün izler ve asla ondan bıkmazdım. Şimdiyse canım gitmek istemiyordu artık sinemaya. Hem Jim yine sevgilisini Kızılderililerin elinden kurtaracak, onların hazinesinden aldığı altınlarla yaşadığı kasabaya dönerek Elizabet ile evlenecekti. Bir de yine filmin en sonunda o bilmediğim yazı çıkacaktı büyük harflerle: THE END. Bu sözcükler ya Jim ve Elizabet evlendiğinde yükselen manzarada görülen dağın adıydı ya da yeni evlilere mutluluklar gibi bir anlamı vardı.
Yeni annemiz günün birinde hepimizi bahçemizde topladı. Çarşıdan aldığı ağaç fidanları vardı elinde. Bundan sonra herkesin bir ağacı olacak, dedi. Annemiz evimize döndüğünde ona ağaçlarımızı göstereceğiz. Herkes ağacına gözü gibi bakacak. Dileyen dalları büyüdüğünde ve yapraklandığında gölgesine çekilip kitabını okuyabilir.
Ablam, annemizin haftada bir olarak saptadığı kitap sayısını artırmıştı. Artık hepimiz biraz daha büyüdüğümüze göre, bu yaz iki haftada en az üç kitap bitirmeliydik. Durun, dedi; daha bitmedi. Her kitaptan sonra ablam bizi karşısına alır, okuduğumuz kitabı anlatmamızı isterdi. Bir tür denetlemeydi bu. Kendisi de daha önce aynı kitapları kuşkusuz okumuştu. Belirli bir sıra yoktu, ancak genellikle hepimiz aynı rafın kitaplarını takip ediyorduk. Annemin rafı daha yukarıdaydı ve kitapları da daha kalın ve gösterişsizdi.
Arada bir annemin öğrencilerinin geldiği oluyordu bize. Onları bahçemize davet ediyor tek tek ağaçlarımızı tanıtıyorduk. Benimki erik ağacıydı. Ablamınki dut. Büyük ağabeyim kiraz severdi, ama şeftalide karar kıldı sonra. Küçük ağabeyim vişneciydi. En küçüğümüze de kiraz ağacı kalmıştı. Hep sabırla suluyorduk ağaçları. Çok uzak yerlerde bir sinema filminde her gün aynı ağacı sularsan dünyayı değişeceği söyleniyordu.
Bir sabah bahçeye indiğimizde, ağaçlarımızın diplerini eşelenmiş bulduk. Ağaçların cılız gövdelerine de birer küçük çapa bırakılmıştı. Hepimiz merakla birbirimize bakarken, ablamızın suskunluğu dikkatimizi çekmişti. O mutlaka bir şeyler biliyor ve saklıyordu. Her şeye karşın ağzından tek bir sözcük bile alamadık. Kimi zamanlar hastaneye, annemizin yanına gidecekken bizi anlamsızca geri çevirdiği de oluyordu. Bazı zamanlar onun davranışlarına hiç anlam veremiyorduk.
Böyle günlerden birinde sinemaya diye çıkıp anneme gittiğimi ve onun yanında tanıdık bir adamı görüp kaçtığımı kimseye söylememiştim. O tanıdık adam babamızdı.
Ablam, babamızın kasabaya geldiğini bizden saklıyor olmalıydı. Belki, ağaçlarımızın dibini eşeleyen ve küçük çapaları bırakan oydu. Hatta küçük ağaçları alan da…
Saklambaç kışa kadar sürdü. Küçük kardeşim, bir türlü büyümeyen ağacının dibinde oturup çok sevdiği felsefe kitabını anlamadan okumakta ısrar ediyordu, ama okula henüz başlamamıştı bile. Bense en büyük hayalime ulaşmak istiyordum artık: sinemada yer gösteren biletçi çocuk olmak. Bu yüzden, her gün elimde eski bozuk bir fenerle dolaşıyor, kahvelere girip çıkıyor, yeni gelenlere boş masalarda yer gösterip yetişiyordum. Bu saygılı tören, kahvecinin beni kovmasıyla son buluyordu. Büyük ağabeyim, tren istasyonuna gider olmuştu artık. Yaşlı bir kondüktör ona trenleri anlatmış, bu onun çok hoşuna gitmişti. Küçük ağabeyim ise evden artık hiç çıkmadı, okullar açılıncaya kadar.
Okula gittiğimiz ilk gün, artık geçen yılki çocuklar olmadığımızı anlamıştık. Bizden, içimizden biri eksikti. Annemizin olmadığı bir yaz geçirmiştik. Ne kadar okusak boşunaydı. Okumakla onu bir türlü iyileştiremeyecektik de üstelik. Hem onunla ilgilenen doktorlar da zamanında çok okumuşlar, doktor olmuşlardı. Her ne kadar ablam, okumanın çok önemli olduğunu söylese de ben artık hiçbir şey okumak istemiyordum. Okumak annemizin yazını geri getirecek miydi? Bizler yalnız onun yazı için bütün bir yıl okula gitmeye katlanırdık, çünkü onu geceler dışında evde bulamaz, üzülürdük. O zaman da erkenden yatmak zorunda kalırdık. Sabahları kahvaltımızı hazırlar, elbiselerimizi ütüler, yeniler, aceleyle evden çıkar ve akşama kadar da çalıştığı okuldan dönmezdi. Derken okul biter, tatile çıkardık, ama o bir türlü işleri nedeniyle bizimle olamazdı. Yaz tatili ve okullar kapalı olmasına karşın, okulun yöneticileri sürekli olarak mesaide olmak zorundaydı. Annemizin sadece bir aylık yaz tatili izni olurdu. O bir ayı, o bir ayda annemizi, o bir aylık annemin yazını iple çekerdik. O bir ay hiç gelmez ve öyle de çabuk biterdi ki!
Ertesi yaz hiç gelmek bilmedi. Bu arada annemizi artık göremez olmuştuk. Hastanede odası sürekli olarak değişiyordu. Onun en son taşındığı odayı bulmak neden bu kadar zordu?
Bu yaz, bir önceki yıl gibi yine annemin yazı değildi. Artık vaktimizi iyice yapraklanmış ağaçlarımızın altında geçiriyorduk. Kimsenin bir şey okuduğu yoktu. Çapalarımıza birer ip bağlayıp ağaçlarımızın en kalın dalına asmıştık. Kökleri havasızlıktan boğulmak üzereydi ve bu umurumuzda değildi. Onları sulamaz olmuştuk.
Çok geçmeden ağaçlarımız kurudu.
Bundan bir süre sonra yeni annemiz, annemizin hiç gelmeyeceğini söyledi. Annemin yazı da artık hiç gelmeyecekti.
Küçük kardeşim, annemin bir zamanlar hastanede de bize okuduğu cümleyi bulmuş, yeniden okuyordu:
“Zaman, aşılması zor bir eşiktir, ama olanaksız değildir.”
Ablamız, annemizin kitap okumak için oturduğu koltuğun çevresine topladı bizi. Ben yine eski yerimi aldım ve bir daha hiç çıkmadım oradan.
1992

Halil Gökhan Öykü Kitapları
Comments