Geç kalan bir yazı. Yazar, yayıncı HALİL GÖKHAN'In ilk romanı Yedinci'nin yayımlanışının 25. yılının (1999-2024) altını çizmemize neden olan bu yazıyı, değerli Kıbrıslı Türk yazar TAMER ÖNCÜL 2000 yılında kaleme aldı.
Kutsanan Ölüm mü, Yaşam mı?
Bir imgelem olarak (Yedinci sanat) Sinema olgusunun; gerçek gibi görünen yaşananla, sanal gibi görünen filmden hangisinin gerçek'i imlediğini arayan bir felsefeyi çıkış noktası yapan "Yedinci" salt okuyucunun kafasında çözümlenmeyi dayatan sorular yaratmakla da kalmıyor; yüklendiği felsefi işlevi satıraralarına gizlenmiş çözümlemelerle yerine getiriyor.
Şiirleri, çevirileri ve dergilerde yayınlanmış pek çok yazısıyla tanıdığımız Halil Gökhan, beklenmedik bir romanla çıktı karşımıza. Şaşırtmayı seven biri olduğunu bu kitapla bir kez daha kanıtladı Halil Gökhan. Yalnızca bu romanı yazmasında değil elbette şaşırtıcılık, başarıyla kurgulanmış romanın sayfalarında da hissettiriyor kendini.
Ürkütücü bir emir cümlesiyle (-Hepsini tutuklayın!) başlayan "Yedinci"*, daha ilk sayfada, karanlık bir hücrenin (ya da derin bir kuyunun**) dibine iter sizi. Ama, sayfalar ilerledikçe yalnızlığı, yaşam-ölüm paradoksunu, ve bununla örtüşen erotizmi iliklerinizde hissederek itildiğiniz bu kuyudan çıkma isteğinizi hızla yitiriyorsunuz. Kara/nlığın egemen olduğu bu ortamda, insanların dünyasını karartan darbeler ve onların yıkımları üzerine kurulan Yedinci, bir Ortadoğu ülkesinde (herhangi bir Türk okuyucunun ta başında keşfedeceği bu ülke kitabın sonlarında açığa vurulduğu gibi, roman kahramanı Alev İpek'in ülkesidir) sürmekte olan "Uluslararası Kara Film Festivali"nin henüz ikinci gününde yaşanan bir darbe ve yedi yönetmenin tutuklanmasıyla başlar.
Yazar, "yedi" rakamıyla "kara/nlığı" okuyucuya dayatarak, romanın kurgulandığı o büyülü mekanı (ve uzam) kendi kafasında oluşturmasını ister. Ancak, kendi beyninde bu romanın duygusal-mekansal örgüsünü bir film şeridi gibi geçirebilen okuyucu yorumlayabilecektir çünkü olayların akış sürecindeki tavırları.
Festivale katılan film isimleri, bu romanın kara/nlığa karşı bir direniş misyonu içerdiğinin ilk işaretleridir: "Kara Çöl", "Kara Menekşe", "Kara Kuğu", "Karartma", "Kara Irmak", "Karanlık" ve "Gölge". Romanın "bir tür direniş öyküsü" olduğu zaten kapakta duyurulmuştur. "Sinemanın kesin egemenliğine karşı edebiyatın bir tür direniş öyküsü." sözcüklerinin, kitap kapağının görsel bütünlüğünü parçalayacak şekilde konumlandırılması da, bu "direniş"in derinden derine "örgütlendiğini" hissettiriyor okuyucuya. Bu cümledeki "sinema" ve "edebiyat" sözcüklerinin yerine (işlevsel karşıtlıklarını da içeren) başka sözcükler koyabilirsiniz. Ama romanın sonuna gelmeden bunu yapmanızı önermem.
Festival'e katılan filmlerden yalnızca Türk kadın yönetmen Alev İpek'in filminin ismi "kara" değildir. Bu film, "adını ışığın ve karanlığın ortasında seçmişti. Gölge." (s.12) Ve, darbe olduğunda "henüz gösterime girmemişti."
Bu yedi filmin "insanın karanlık zevkleri (s.14)"ni; şiddeti, çatışmayı, savaşı, işgali, ölümü ve kaosu konu alması; "Karanlık" ve "Gölge" filimlerinin (her iki filimde de ayni senaristle çalışılması bir yana) konularının gösterim gününe dek gizli tutulması, romanın üzerine çekilen "giz perdesi"ni daha da güçlendirmektedir. Bu giz perdesinin yarattığı "merak" yalnızca okuyucuyu değil, roman kahramanlarını da saracaktır elbet. Ama bu "giz"in tek bir temada tek bir öyküde sınırlı kalması hayal gücünü köreltebilir. Bu tehlikeyi hızla bertaraf ediyor yazar. Kısa ipuçlarılarıyla zaman zaman araladığı giz perdesini parçalayarak (romanın örgüsüyle birlikte), parçalanmış perdelerden, daha karmaşık -içiçe, üstüste geçmiş- yeni perdeler çekiyor okuyucunun gözüne.
Film yönetmenlerinin birbirinden gizleyerek yazdığı yedi öykünün, "parçaladığı" roman, öykülerin içerdiği birbirini tamamlayıcı yaşam felsefeleriyle yeniden bütünleşiyor. Bir anlamda (ilk bakışta)görünmeyen "ayrıntılar"ın anlatımıyla aslolanı anlatmanın yöntemidir izlenen. Bu yöntemin en önemli anahtarı kuşkusuz Alev İpek'in öyküsünde aranan "birleştirici sayfa"dır. "Zira, izdüşümün parçaları, yani ortak bir yazgıyı paylaşanlar, ne olursa olsun günün birinde birlikte olmaya, bağlılığa tutsaktı.(s.27)" cümlesi romanın (okuyucuya sunulmak istenen) "yaşam felsefesi"nin ilk parçasıdır. "Godot'yu beklemek" edilgenliği ile, onun karşıtı gibi görünen bir yaşam felsefesini "Sidart Ne Zaman Gidecek?" adlı tiyatro oyunu kurgusuyla örtüştüren yazar, her iki ruh halinin de insanlarda yarattığı edilgenliği, "tükeniş"i öykünün finalinde vurgulayarak; bu sonucu (tükenişi), "birleştirici unsur"u bulma çabasından kaçınmaya bağlar. Nitekim yönetmenlerden biri Alev İpek'in öyküsündeki bu trajik son sahneyi (intiharı) uygulamak üzereyken diğerleri tarafından kurtarılır (!). "Yaşamdan olduğu gibi ölümden de kısa sürede vazgeçen Mondeo.(s.32)"nun mektubu da bu felsefeyi pekiştirici niteliktedir.
Kostas Gravidas'ın öyküsü, o anki konumlarıyla örtüşen bir kurgu ile özgürlük arayışını yine bu felsefe temelinde anlatır. Kırılma ve parçalanmışlıkla büyüyen tutsaklık duygusundan kurtulma çabasının bilinçaltı yansımasıdır aslında bu öykü.
Giovanni Scala'nın öyküsü, evrenin oluşumu üzerine iki karşıt felsefenin (dinsel ve diyalektik) çatışmasını anlatır, bir dava kurgusuyla. Kafka'nın "dava"sı ile "anlamsız" bir örtüşme gösteren bu "anlamsız dava"nın (bilimin yargılanmaya çalışılması) içinde gibi görünen, ama ondan tamamen yalıtlanmış bir "asistan-koca"nın bilime ve yaşama yabancılığı yeni bir "parçalanmışlık" örgüsü yaratır.
"Bir/şey anlatmaktan çok bir şey söyleme" anlayışında olan Albert Blanc'ın öyküsü ise bu "parçalanmışlık"ı renkleri/lekeleri kullanarak görsel bir tablo ile anlatmayı yeğliyor okuyucuya. Oldukça yoğun imgesel bir anlatımla, çocukluğun bilinçaltında çakılıp kalmış olana bir yolculuktur bu. Kesici aletlerle delinmiş, kesilmiş (parçalanmış) anılar kontras renklerle çiziliyor (yaşam) tuvaline. Baskı, şiddet ve korkuyu, "su"yun duruluğuna, saflığına, temizliğine sığınarak (bu sığınma, kendini bir bardak suyla eşleştirme noktasına dek sürer) geçiştirmeye çalışan öykü anlatıcısının "müdahale edilmemiş/parçalanmamış" yaşamı savunan felsefesi; doğal olmayan ölümden ne kadar korkarsa korksun, doğal (yaşlanarak) ölümü huzur içinde ve korkusuzca savunduğu son cümlesiyle vurgulanmaktadır.("Pek yakında ben de orada olacağım." /s.68)
Yusuf Hasan'ın öyküsü, Musa'nın kabilesiyle Mısır'dan "yeni yurt"a yolculuğuna gönderme yaparak, insanoğlunun "bilinmeyen'e yolculuğu"nu (şiddet, bilinemezcilik ve kaos üçgeninde sürüleşen insanın sonsuza yolculuğunu) anlatır.
"Yollar soluk alır. Tanrı gibi insanların ortasına dikilen bu kanal da yol göstericidir. Yalnız yollar vardır. Kentler, evler, duvarlar yolların üzerindedir, ancak asıl olan yoldur ve bir tek yollar soluk alır."(s.74) Mutlak olan, asıl olan "yol"dan çok, onun ulaştığı son nokta olan ölümdür aslında. "Öyle ya da böyle. Şurada ya da burada, ama mutlak ölüm adını gezdiriyordu. Nerede olursa olsun ona rastlamak, onun yüzünü yüzünde hissetmek kaçınılmazdı(r)"(s. 75)
Luis Mondeo'nun öyküsü ise, ölümün bir başka yüzünü (belki de en çirkin ve en kötüsünü); savaşla gelen -parçalanmış- ölümü ve onu yücelten ("şehitlik mertebesi" vb.) hamasi nutukların anlamsızlığını irdeler.
Bütün öykülerdeki "tamamlayıcı" işlevi üst noktalara taşıyan John Lebel'in öyküsü, insanın kendi bireyliğini/benliğini/kimliğini "insan denizi"nde arama ve "öğrenme" sürecini irdeleyerek, doğum ile ölüm arasındaki süreci (yaşamı) anlamlandırmaya/anlamsızlaştırmaya çalışır.
Kitabın son bölümünde yer alan (Alev İpek'e diğerleri tarafından yazılmış) altı mektup ve Alev İpek'in mezar yazıtını akatran son sayfa, okuyucuda oluşan (erken) yargıları dağıtıp, yeniden ve yeniden düşünmeyi kışkırtan mesajlarla yüklenir. Bu yüzden, "Yedinci"de ağırlıkla işlenen "ölüm-yaşam" olgusuyla biçimlenen felsefeyi tam anlamıyla çözümlemek için Georges Bataille'ın "Eros'un Gözyaşları" isimli kitabını bir kez daha okuma gereksinimi hissettim, son sayfayı çevirdiğimde.
Sözünü ettiğim kitabın "Yedinci"nin yazılma serüvenine direkt ya da indirekt etkileri oldu mu bilemiyorum. Ama "Yedinci" tematik anlamda olduğu kadar felsefi anlamda da Bataille'nin "Lascaux mağrası" üzerine yaptığı betimlemelerle müthiş bir örtüşme gösteriyor. Bataille'ın o gizemli tarih öncesi mağrasını anlatmak için yazdığı şu cümleler "Yedinci"yi en güzel anlatabilecek sözlerdir sanırım.
"Ama bu kapalı derinliğin içinde, paradoksal bir uyum, bu ulaşılmaz karanlıkta kendini belirttiği oranda ağır olan uyum ortaya çıkıyor. Bu temel ve paradoksal uyum ölümün ve erotizmin uyumudur."(sayfa 31) Gerçeküstücü yapısıyla, farklı okuma biçimlerinde, farklı duyumları yaratabileceğini düşündüğüm "Yedinci"yi bitirdiğimde "Seven" filmi takıldı aklıma. Bu çağrışımın nedenini tam olarak açıklayamayacağımı bildiğim için buna girişmiyorum. Şu kadarını söyleyebilirim ki, bu çağrışımın salt isim benzerliğinden kaynaklanmadığı açıktır. Belki de, "hayatımızı kasıp kavuran, çekip çeviren ve yönlendiren görüntü çağının peygamberleri sinemacıların" bilinçaltımıza yerleşmiş "egemenlikler"den kaynaklanıyordur bu. Bir imgelem olarak (Yedinci sanat) Sinema olgusunun; gerçek gibi görünen yaşananla, sanal gibi görünen filmden hangisinin gerçek'i imlediğini arayan bir felsefeyi çıkış noktası yapan "Yedinci" salt okuyucunun kafasında çözümlenmeyi dayatan sorular yaratmakla da kalmıyor; yüklendiği felsefi işlevi satıraralarına gizlenmiş çözümlemelerle yerine getiriyor.
Halil Gökhan'ın bu ilk romanına yüklediği gizli "mesaj"ı en iyi, Ortega Y. Gasset'in şu satırları anlatır sanırım.
"Bir toplumun içinde kaç kişi iki kere iki nasıl dört eder ya da güneş yarın doğacak mı diye kafa yormuştur. Buradan da ortaya çıkan şudur; fikirlerimizin büyük çoğunluğunun, fikir olmalarına ve bizi kanı gibi etkilemelerine karşın, hiç de akıl ürünü olmadıkları, göreneklerden ibaret oldukları ortadır. Mekanik ve anlaşılmazdırlar, ve bize baskı yoluyla benimsetilmişlerdirler. Eğer bir halkın bu korkunç çağı sağ salim atlatabilmesi isteniyorsa, alınacak önlemlerden biri şudur: O halkın içinde yeterli sayıda kişinin, tüm o fikirlerin, üstünde konuşulan, tartışılan, uğrunda savaşılan ve insan boğazlanan tüm o fikirlerin ipe sapa gelmez ve son derece havada kalan şeyler olduğunu anlamasını sağlamak" Halil Gökhan Yedinci'de, (sinemanın ve görsel medyanın üstlendiği anlamsız bir misyonla bu tür fikirleri pompalayıcı odaklar olmasından yola çıkarak) ironik bir dille tam da bunu yapmaya çalışır. "Hiç de akıl ürünü olmayan bu fikirler"in savunuculuğuna soyunan ya da onlara karşı tavır koymayan herkese, her kuruma yöneltilir, ironik bir dille eleştirinin sivri ucu. Düz bir okumayla bunu hissetmek olası değildir.
Daha önce de vurguladığım gibi, farklı okuma biçimleriyle farklı duyuşlar yakalamaya açıktır bu kitap. Ama, Nedim Gürsel'in deyişiyle "Yedinci gerçeküstücü anlayıştan kaynaklanan bir üst metin gibi de okunabilir. Hatta böyle okunması gerekir diye düşünüyorum."(Cumhuriyet Kitap, 7 Ekim 1999, Sayı 503, sayfa 6) ***
------------------------------------------------------------------------------------------------------
* Halil Gökhan, Yedinci. (Roman), Gendaş Kültür Yay. İstanbul. Birinci basım, Haziran 1999. 126 sayfa.
** Georges Bataille "Eros'un Gözyaşları" isimli kitabında geniş yer verdiği 15 bin yılık kaya resimlerini barındıran Lascaux mağrasını "kuyu" olarak adlandırır.
*** Daha geniş bir alıntı için tıklayınız.
Comments