"Biz Seninle Daha Dün"
- Kafekültür Yayıncılık
- 19 May
- 5 dakikada okunur
Modern Kadının İç Yalnızlığına Bir Ayna: "Biz Seninle Daha Dün"
Candan Selman, yeni kitabı "Biz Seninle Daha Dün" ile okuru derin, zamanlararası bir hikâye yolculuğuna davet ediyor. Kitap; içe kapanan ilişkiler, görünmez yalnızlıklar ve kadınların kendi iç seslerini yeniden bulma çabaları üzerinden günümüz insanının kırılgan dünyasını incelikle işliyor. Jules Verne’den Skid Row’a, empanadadan lama ceninine uzanan bu zengin atmosferde, karakterler sadece yaşadıklarıyla değil, geçmişin ve hayalin gölgeleriyle de var oluyorlar. Candan Selman’la, kitabının görünmeyen katmanlarını, yazı disiplinini ve hayal gücünün karanlıkla olan ilişkisini konuştuk.
En son 2022 yılında yayımladığınız Ejder Meyvesi Kadar Pembe adlı öykü kitabınızdan bu yana birkaç yıl geçti. Şimdi ise okurla “Biz Seninle Daha Dün” romanında buluşuyorsunuz. Bu sessizlik dönemi sizin için bir birikim süreci miydi? Bu romanın tohumları ne zaman ve nasıl düşmeye başladı? Sizi bu hikâyeyi yazmaya iten duygu neydi?
Ejder Meyvesi Kadar Pembe’nin ardından gelen süreç, görünürde sessiz ama içten içe çok gürültülüydü. Kimi duyguların kaleme gelmesi için önce içimizde iyice çözülmesi gerekir. Bazı hikâyeler bir an'da değil, birçok anın birleşiminde başlıyor. Zaman tek yönlü bir çizgi değil, daire gibi çalıştığından, geçip gitmiş görünen şeyler hâlâ içimizde yaşıyor. Bugün dünyada, memlekette ve içimizde pek çok şey değişmişken, her şey “dün gibi” geliyor yani. Beni bu romanı yazmaya iten şey, bugüne sıkışmış insanların geçmişle kurduğu bu bağ oldu sanırım.
“Dalından düşen bir yaprak kadar sessiz, acımasız bir fırtına kadar gürültülüdür sonlar” diyorsun. Bu kitabı yazarken sen hangi sona daha yakındın?
Sanırım ikisinin tam arasında bir yerdeydim. Çünkü bazı sonlar sessiz sedasız içimize gömülürken, bazıları hayatın bütün camlarını indirir.
Maya karakteri yıllarla şekillenmiş bir iç yalnızlığı taşıyor. Onun içsel dönüşümünü yazarken seni en çok etkileyen şey neydi?
90ların her notasını içlerinde yaşamış birer genç olan Maya ve Aydın bugün kalplerinde o tanıdık melodiyle hayata bildikleri yerden tutunmaya çalışıyor. İç yalnızlık, çoğu zaman bir ceza değil, bir farkındalık alanıdır. Maya’nın dönüşümünü yazarken, onun sessizliğinde yankılanan hayatı duymaya çalıştım. İnsan bazen susarak daha çok şey anlatır.
“Hayali Fener” metaforu çok katmanlı. Hem gerçek bir YouTuber hem bir umut simgesi. Bu karakter nasıl doğdu? İçinde kimlerin yansımaları var?
Son yıllarda dünyayı sırt çantasıyla dolaşan pek çok Youtuber’ı takip ettim. Hayali Fener karakteri tüm o gezginlerin bendeki dönüşmüş hâli. Ayrıca görünmeyene ışık tutan her şeyin metaforu. Bazen bir öğretmen, bazen bir kitap, bazen bir yabancının sesi.
Kitap boyunca çok sayıda kültürel referans kullanıyorsun: Jules Verne, Freddie Mercury, The Girl from Ipanema… Bu göndermeleri bilinçli mi örüyorsun, yoksa yazarken kendiliğinden mi çıkıyor?
Onlar, hikâyenin dokusuna sinmiş müzikler gibi. Bazen bilinçli bir çağrışım, bazen bilinçdışının fısıltısı. Bir dönemin çocuklarına, gençlerine ve her şeyi hissederek yaşayan herkesin hayatına eşlik etmiş yıldız tozları. Onları serpmesem romanın tadı tuzu eksik kalırdı.
Rüya karakteri, Kore dizileri aracılığıyla bir tür duygusal arayış içinde. Gerçek ile kurgu arasındaki bu ince çizgiye dair ne söylemek istersin?
Ben de pek çok kişi gibi Kore dramalarını keyifle izliyorum. Rüya da benim gibi seviyor bu dizileri. Kurgu, gerçeği eğip büken bir ayna. Rüya o aynaya bakarken kendini arıyor. İnsan bazen olmayan bir duygunun izini, kurgunun sıcak yüzünde bulur.
Aydın karakteri hem var hem yok oluşuyla çok etkileyici. Onun ikircikli hali üzerine ne söylemek istersin? Aydın’a kızıyor musun?
Aydın sevgiyle değil, alışkanlıkla var olan bir silüet. Başlarda kızıyordum. Ama sonra onu da anlamaya başladım. İnsanın herkesi anlaması iyi bir şey değil. Kızmak daha kolay olurdu.
Kitaptaki kadınlar, yalnızlıklarını mizah, dostluk ve ritüellerle aşmaya çalışıyorlar. Bu dayanışma halini nasıl kurguladın? “Kurutulmuş lama cenini” gibi absürt ama derin semboller kullanıyorsun. Bu kara mizahı nasıl dengeliyorsun?
Kadınlar acıyı mutfağa, kahkahaya, büyüye taşır. Mizah, travmanın karşı kıyısıdır. Ritüeller ise insanın çaresizliğe verdiği zarif bir cevaptır. Gerçek çok ciddiye alındığında insan delirir. Kara mizah, delirmemek için bir çıkış yolu. Lama cenini, umutla delilik arasında incecik bir çizgiye serilmiş bir fısıltı.
Kitabında İspanyolca, Korece gibi yabancı diller de metaforik bir şekilde kullanılıyor. Dil ile uzaklık ve yakınlık arasındaki ilişki seni nasıl etkiliyor?
Dil, yalnızlığın biçimidir. Aynı dili konuşmak, aynı şeyi anlamak demek değildir. Farklı diller, karakterlerimin iç boşluklarına açılan sessiz koridorları gibi biraz.
“Karaktersiz”de kurmaca sorgulanıyor, “Nöbet Çiçeği”nde sanat ve toplum, “Biz Seninle Daha Dün”de ise dijital çağda duygusal çözülme. Hepsinde insanın anlam arayışı merkezde. Bu arayış sence hiç tamamlanır mı?
Sanmıyorum. Çünkü anlam, durağan bir sonuç değil; hareketli bir arayıştır. Her roman, bir adım daha yaklaştırır ama hiçbir zaman varış noktası değildir. İnsan anlamı bulduğunu düşündüğü anda onu kaybeder. O yüzden yazmak da yaşamak da bir tür kaybolma pratiğidir.
“Biz Seninle Daha Dün” romanınız, yalnızca yazınsal değil, aynı zamanda işitsel bir deneyime de dönüştü. Romana özel yazdığınız şarkıyı yapay zekâ ile bestelediniz ve QR kodla dinlenebilen bir çalma listesi oluşturdunuz. Bu, edebiyat ve teknolojinin iç içe geçtiği çok özel bir ilk. Bu yaratıcı adımın ardında nasıl bir motivasyon vardı? Ses ve sözcük arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
Benim için yazmak hep bir içsel müzikti zaten. Her cümlenin bir tonu, her duygunun bir frekansı var. Bu romanı yazarken bazı sahnelerde sadece karakterlerin ne hissettiğini değil, o hissin neye benzediğini de merak ettim. Bir şarkıya mı, bir geceye mi, bir suskunluğa mı?
O yüzden roman için bir şarkı yazmak, aslında metnin içine sinmiş bir melodiyi dışarı çıkarmak gibiydi. Yapay zekâ ile beste kısmı ise zamanın ruhuna kulak vermekti. QR kod ise okurla kurduğum yeni bir köprü. Yani bir sayfayı okurken, kulaklıktan o sayfanın yankısını duyabiliyorsun.
Çünkü kitap artık sadece “okunan” bir şey değil, çokduyulu bir evrene dönüşüyor. Bir edebiyat eserinin, okuyucunun zihninde olduğu kadar kulağında da yankılanmasını istedim.
“Biz Seninle Daha Dün” romanınızla birlikte sunduğunuz çalma listesi yalnızca metne eşlik eden bir müzik seçkisi değil; aynı zamanda bir dönemin ruhuna, bir kuşağın hissine gönderme yapan bir zaman kapsülü gibi. 90’ların rock bar atmosferini yeniden canlandıran bu liste, hem geçmişe bir selam hem de bugüne bir hatırlatma gibi. Bu müzikli anlatı fikri nasıl ortaya çıktı? Okura böyle bir deneyim sunarken neleri amaçladınız?
Ben, 90’ların rock barlarında 20’li yaşlarını geçirmiş biri olarak, o dönemin ruhunu hâlâ içimde taşıyanlardanım. O yıllar, sadece müzik değil, duygunun yoğun yaşandığı, zamanın ağır aktığı ve gerçekliğin dijital filtrelerden arınmış olduğu zamanlardı. Bugün bu romanı yazarken, sadece bir hikâye anlatmak istemedim. Aynı zamanda bir ruhu geri çağırmak istedim. Bir atmosfer, bir hafıza, bir sızı... Çalma listesi de tam olarak bunun için var. Ve bugünün gençleri de belki bu şarkılarla bir zaman yolculuğuna çıkacak. Çünkü bazı şeyler eskimez. İyi bir şarkı, iyi bir roman gibi; zamansızdır. Ben istedim ki okur sadece okusun değil, duysun, hissetsin, eşlik etsin. Çünkü bazen bir kitap sayfasından çok, bir şarkının introsu anlatır insanın ne hissettiğini. “Biz Seninle Daha Dün” sadece bir roman değil; bir playlist, bir hafıza albümü, bir ruh hâlidir. Ve evet, rock hâlâ yaşıyor.
Son olarak, “Biz Seninle Daha Dün” okurunun yüreğinde nasıl bir iz bıraksın istersin?Sarsmadan dokunan, susturmadan düşündüren, ağlatmadan içini titreten bir iz. Bir çorabın tekini ararken kendi yalnızlığıyla karşılaşan bir insan gibi.
Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Comments