1.
Dökme taşların bulunduğu mendireğin ucunda oturuyorlardı. Üç kişiydiler. Güneş batmak üzereydi. Deniz daha bir keskin kokmaya başlamış, martı çığlıkları artmış, eylül neredeyse sona ermişti. Aralarında en genç olanı çapari oltasının sekiz iğnesini de birbirlerine karıştırmamaya dikkat ederek, elinde tuttuğu dokuz liralık Kınalı Bağ şarabının tuzlu mantarına iğneleri tek tek saplıyordu. Her bir iğneye iliştirilmiş tüyler suya girmeden önceki canlılığını kaybetmiş gibiydi. Saatlerdir üslendikleri yem görevini başarıyla sonuçlandırmış olmanın rehavetiyle boyunlarını bükmüş bir sonraki ava kadar mantar yuvalarında dinlenmeyi bekliyorlardı. Büyük beyaz bir martı genç adamın elindeki çapariye doğru sorti yaparken, iğnelerin ucundaki tüylerden olsa gerek etinden et koparmışlarcasına çığlığı bastı.
2.
“Sen niye geldin ki?” diye sordu Aliço. “Öldün sen. Üstelik hiç nefes almadın bile. Ölü başladın.” “Bu benim varlığıma engel değil.” dedi Ali Kemal. “Yaşamıyor olmam bir şeyi değiştirmez. Diğerleri kadar beni de düşünüyorsun. Hatta belki daha bile çok. İçtiğim rakı bardağından, gezindiğim sokaklara kadar aklındayım. Ağlayacaktın neredeyse beni Kuzguncuk Müslüman Mezarlığı’na gömdüğünde.” Sigarasından derin bir nefes çekti Aliço. Kuzguncuklu haklıydı. Sadece on beş sayfasını yazabildiği romanında onu hüzünlendiren tek karakter Ali Kemal’di. Ölen Ali Kemal, doğan değil. Bebek Ali Kemal büyüdüğüne göre ölen Ali Kemal’in de iskelete dönüşmesi gerektiğini geçirdi bir an kafasından. İçeri sekiz insan bir de iskelet girseydi tam şenlik olacaktı Aliço için. Demek ki zaman yaşayanlar için hızlı akıyordu.
“İn bakalım, in bakalım, gökyüzünden in bakalım. Delikanlı kim bakalım!”
Arissa pencereye doğru yöneldi. Elli iki yıldır bu binada yaşıyor, son otuz yıldır da tek başına bu pencereden aşağıya bakıyordu. Herkes gelir geçer Arissa mevsimlerin, yılların, insanların geçişini izler, kimse onu görmezdi.
“Gökyüzünde yalnız duran ufolar, yeryüzünde sizin kadar yalnızım…”
Aşağıda bağıra çağıra, caddeden yürüyerek geçen yüzlerce insana baktı. İnsanlar başlarını havaya kaldırmış ona bakıyordu. Televizyon, hayatın normal akışında olduğunu gösteriyordu. Arissa daha önce insanların eylemlerine, yürüyüşlerine tanık olmuştu. Ama elli iki yıldır bu pencerede tek bir kişiyle bile göz göze gelmemişti. Şimdi yüzlerce insan başını havaya kaldırmış, ona bakıyordu.
Şiddetli lodos yerini delice yağan bir yağmura bırakmış, hava biraz durulmuş, saat sabahın beşi olmuştu. Çam ağaçları üzerinden yere bir bıçak gibi dökülen damlalar, her yeri kurşuni bir maviye boyamış, ıslak reçine kokusu tüm adayı sarmıştı. Rüzgârdan sersemlemiş martılar herkesten önce uyanmış, lodos yemiş balığı yakalayıp, yakalamamak konusunda birbirlerine düşmüşlerdi. Oluklardan ve yokuşlardan taşan yağmur, lodostan bozguna uğramış yaprakları önüne katarak yol alıyordu. Papaz eriği ağaçlarından ve manolyalardan kopan yapraklar oradan oraya sürükleniyordu. Birkaç avuç yaprak Acı Yonca Sokağı’daki eski bir mazgala doğru ilerledi.
Kendilerinden önce gelen mimoza ve ıhlamur yaprağına dayanıp durdular. Ada çöpçüsü gelinceye dek mazgal mezarlarında alt altta ve üst üste sessizce beklediler.
Bir gülersin, bir ağlarsın. Bir gün dostsundur sonra bir bakarsın düşman. Çok acılar yaşandı. Ha Rus cephesi, ha Yemen, ha Samatya, ha Kıbrıs. Her yerde savaşın, öfkenin acısı aynı. İnsan, her yerde aynı. Akıllı kızsın.” dedi Leda. Çayından bir yudum aldı. “Penelope kadar sadık ve marifetli. Geceleri ördüğün patikleri sökmüyorsun değil mi?”
Ayla güldü. “Sökmüyorum…”
“Bebeğine çok güzel annelik edeceksin. Ona böyle güzel hikâyeler anlatacaksın. Bugünü, savaşın ayak seslerini, sabrı ve sevgiyi anlatacak, ona doğru ve güzel olanı öğreteceksin.”
“Ve büyüyünce ona seni anlatacağım Leda abla. Bu tedirgin saatlerde bebeğimle beni, bizi yalnız bırakmayan güzel komşumu anlatacağım.”
Okumayın Beni Size Yalan Söyledim!
Eğer kâğıda uzanabilseydim, size bir mektup yazacak ve beni neden okumamanız gerektiğini anlatacaktım. Ama eylül çoktan gitti ve dostu ekime, uzaktan ıslık çalıyor. “Hadisene be,” diyor. “Şişt sarı, yürü!’ diyor. Ağzı bozuk eylülün, yazdan kalma bir rehavet.
Sonbahardan ve gözlerimi kör eden bu yapraklardan kurtulabilseydim size bu mektubu yazacak ve ‘şiirimden uzak durun!’ diyecektim. Eskiden beri bilirim; “Dokunabilir ve sessiz olmalı şiir yuvarlak bir meyve gibi.” Oysa benim şiirim lirik soprano, üstüne basılmış bir muz kabuğu gibi. Ne yuvarlak, ne meyve. Görmeden okur, basarsanız kelimelerime kayar gidersiniz. Çünkü o bir kabuk. Yangınlardan ve reçine kanallar kazıp çıktığım istilalardan kalma bir yaranın kabuğu. Annem üflerken, babam tentürdiyot sürerken.
Bilirim “Yosun tutmuş pencere pervazındaki aşınmış taş gibi suskun - Kuşların uçuşu gibi sözsüz olmalı şiir.” Oysa benim martılarım var. Çığlık çığlığa bağıran yeri göğü köpük ve kanat yapan martılar. Peşimi bırakmayan nereye gidersem gideyim, arkamdan saçlarıma takılan. Size adadan bahsedebilseydim şayet çam limanından ve kafamdaki terk-i dünyadan, o zaman görürdünüz şehir nerede, siz neredesiniz. Ama siz adımınızı atar, beni okur ve o vapura binerseniz, bir martı olarak geri dönersiniz.
Çünkü vapur uzaklaştıkça şehir küçülür, yakınlaştıkça büyür. O şehirden ne zaman ayrılsam bende her şey büyür.
Martılardan, adadan ve vapurdan söz edebilseydim, size denizi de anlatırdım. O fırtınayı. Bir o yana bir bu yana savrulan italik adımlarımı. Ve lodostan arta kalan kafiyesiz tuzlu dudaklarımı. Yutarak dalgaları kıyıya yanaşır, suni olmayan bir teneffüsle karşılardım sizi karada. Çünkü öyle çok deniz var ki içimde can yeleklerim paramparça.
Gemiler var büyük, adalar var kıpırtısız, aşk da var tadı tuz. Kim bilir belki size o denizciden de bahsederdim. Avutuşlarında kayıp, kıyısında ayıp, gezdiğim koyunda. Ama anlatamam çünkü bilirim. “Gerçeğe eşit olmalı şiir: Gerçeğin kendisi değil.”
Farz edelim ki ben yazdım bu mektubu tüm gerçekliğe inat. O zaman bastırın teninize, şiirden bir merhem. Yaranızım sizin, okumayın beni.
Dünyanın sonunun geleceği aylar öncesinden bellidir ve insanoğlu bu gerçeği istemeden kabullenmiş son geceye, yeni yıla girecekmiş gibi hazırlanmaktadır. Son an geldiğinde fonda çalan Quantanamera şarkısı ile ekran beyaza düşer ve ben yıllarca unutamayacağım bir sekansı hafızama kazıyarak sinemadan ayrılırım. Yıl 1999, İstanbul Film Festivali, aylardan Nisan.
O güne değin izlemediğim türden bir “kıyamet” filmidir bu… Last Night; Kanadalı oyuncu Don McKellar’ın ilk uzun metrajlı filmi. Patlamalı, koşuşturmalı, nefes tutmalı felaket filmlerine inat Quantanamera eşliğinde beni ağlatan ilk uzun virajlı filmim…
Artık varsa yoksa Metin’di. Benden üç yaş büyük ağabeyim. Beşiktaşlı babam, abimle bana Metin ve Tekin adını takmış. Bizi, tuttuğu takım kadar sevdi mi bilemiyorum. Her zaman bir mesafe vardı aramızda. Gidişinden sonra da aramızdaki mesafe fiziksel olarak da boy gösterdi. Annem ise babama inat ağabeyime bağlandı. Metin de bu teselliye sessizce boyun eğdi, annemin bir dediğini iki etmedi. Görünmez gibiydim. Ne annem ne babam ve ne de ağabeyim vardı. Bir gölge gibi evin içinde dolaşıyor ve kendimi kanatırcasına özgürlüğümün tadını çıkarıyordum. Bir hafta sonu tam kapıdan çıkarken arkamdan bağırdı annem. ‘Metin, geç kalma!’ Üçlü kanepeye yayılmış mizah dergisi okuyan ağabeyimle göz göze geldik. Bir şey söylemeden evden çıktım. Artık bir adım bile yoktu. Şunu anladım ki metin olmam gerekiyordu…
Yanlış oğula bağlanmıştı. Tekin olmayan oydu, ben değildim. Ama yine de Metin olmak bana düşmüştü.
Comments